Ben sağlıkçı bir ailede büyüdüm. Annem çocuk hemşiresi, babam acil sağlık memuru, kardeşim yoğun bakım hemşiresi… Evin içinde hep nöbetler, hastalar, ameliyatlar konuşulurdu. Gece yarısı çalan telefonlara alışkındık. Sabah kahvaltısında, geceyi yoğun şekilde geçirmiş bir nöbetin sessizliği olurdu.
Bayram sabahları, aile kahvaltıları, doğum günü, yılbaşı kutlamaları bizim için bir lükstü. Çünkü nöbet vardı. Annemin "Bugün biraz daha erken çıkabilirsek geliriz" dediği kaç doğum günüm geçtiğini hatırlamıyorum. Babamın mesai sonrası yorgun argın koltukta uyuyakaldığı kaç geceyi… Kardeşim hastane koridorlarında uykusuz geçen saatlerden sonra eve geldiğinde, birkaç kelime konuşmaya bile mecali kalmazdı. Ama biz buna alıştık, alışkındık.
Hep bir tabak eksik olurdu sofrada, hafta 2 kere görürdük birbirimizi…
O sofraya oturduğumuzda her birinin gözlerinde sadece yorgunluk değil, bir hayat kurtarmanın, bir insanın umudu olmanın sessiz gururu da olurdu. Ama kimse onlara, o kutsal görevin yükünü taşırken kendilerinin nasıl hissettiğini sormazdı.
Küçük yaşta öğrendim ki, sağlıkçının mesaisi olmaz, planı olmaz, hayatı başkalarının hayatına göre şekillenir.
Acilin telaşı, yoğun bakımın stresi, bir hastayı kaybetmenin yükü…
Sağlıkçının sadece hastanelerde değil, evinde de yaşadığı gerçeklerdi bunlar.
Bugün 14 Mart, Tıp Bayramı. Ama hangi bayram? Hangi kutlama?
Bu ülkede doktor olmak, sadece hastalıklarla değil, şiddetle, hakaretle, mobbing ile mücadele etmek demek. "İnsan hayatı kutsaldır" diye eğitim alıp, Hipokrat yeminli insanlar, her gün kendi canlarını kurtarma derdinde.
Doktorlara bıçak çekiliyor, hemşireler darp ediliyor, sağlık çalışanları öldürülüyor. Sonra ne oluyor? Üç-beş sosyal medya paylaşımı, birkaç cılız açıklama, sonra unutuluyor.
Hani "Sağlıkçılar bizim baş tacımızdı?"
Pandemide alkışlarla onurlandırdığımız doktorları, neden şimdi hastane koridorlarında dövüyoruz?
Bir yakınımızın sağlığı için her şeyi emanet ettiğimiz insanlara, neden en ufak aksaklıkta öfkemizi kusuyoruz?
Randevu bulamayınca doktoru suçlamak, hastane sisteminin tüm yükünü sağlık çalışanının omzuna yıkmak hangi akla sığar?
Türkiye’nin en başarılı beyin cerrahları, en yetenekli kardiyologları, en parlak genç doktorları neden yurt dışına gidiyor?
Sebebi çok açık: Değer görmemek! Çalışma koşullarının ağırlığı, emeğe saygısızlık, şiddet tehdidi ve gelecek kaygısı… İnsan canını emanet ettiğimiz hekimler, kendi ülkelerinde güvende hissetmiyor.
Oysa biz (ben) onlara güveniyoru(m)z.
Mustafa Kemal Atatürk, ömrünün son günlerinde en büyük güvenini kimlere emanet etti? Türk hekimlerine! "Beni Türk hekimlerine emanet ediniz" derken, aslında bir milletin onlara güven duyması gerektiğini söylüyordu.
Ama bugün, Atatürk’ün emanet ettiği hekimler, bu ülkede can derdinde.
Bugün 14 Mart Tıp Bayramı…
Ama bu bayramı hak eden doktorlara, hemşirelere, paramediklere, sağlık emekçilerine gerçek bir teşekkür borçluyuz. Bir gün o hastane koridorlarında, o ameliyat masasında ya da bir acil serviste "Beni Türk hekimlerine emanet edin" diyeceksek, önce biz onları koruyalım!
Şimdi dönüp bakıyorum da, sağlık çalışanı olmak yalnızca bir meslek değil, bir ömürlük fedakârlık demekmiş. Hayatını kendin yaşamak yerine yaşatmak demekmiş. Annemin, babamın, kardeşimin gözlerinde hep bir parça eksik uyku, yorgunluk ama bir o kadar da vicdan vardı.
Ama o vicdanı en çok da biz korumalıydık.