Bazen etrafıma bakıyorum ve Doğan Cücelioğlu'nun o meşhur "Mış Gibi Yaşamak" kitabını hatırlıyorum. Sanki bir tiyatro sahnesindeyiz ve herkes rolünü oynuyor. "Mış gibi" gülenler, "mış gibi" üzülenler, "mış gibi" çalışanlar… En acısı da "mış gibi" yaşayanlar.
Konya'da daha taptaze bir bina, göz göre göre çöktü. Altında canlar gitti. Daha birkaç ay önce İzmir'de gencecik fidanlar, yolda yürürken elektrik akımına kapılarak hayata veda etti. Yüreklerimiz dağlandı. Peki, bu ilk mi? Maalesef değil.
17 Ağustos 1999… O geceyi unutmak mümkün mü? Marmara depremi… Binlerce canımızı kaybettik, şehirler enkaza döndü. O gün, sadece binalar değil, devletin ve toplumun zaafları da enkaz altında kaldı. Deprem yönetmeliklerine uyulmamış binalar, denetimsizlik, koordinasyonsuzluk… Hepsi can kayıplarını katbekat artırdı. O acı tecrübeden sonra, bir şeyler değişecek sanmıştık. Ama değişmedi.
Ve sonra, 6 Şubat 2023… Kahramanmaraş merkezli depremler… Tarihin en büyük felaketlerinden biriyle karşı karşıya kaldık. On binlerce canımızı yitirdik, şehirler haritadan silindi. Yine aynı ihmaller, yine aynı denetimsizlikler, yine aynı acı… Sanki 1999'da yaşadıklarımızdan hiçbir ders çıkarmamışız gibi. Hatta belki de daha kötüydü. Çünkü bu sefer, ihmallerin ve sorumsuzluğun boyutu çok daha büyüktü.
Daha yakın bir tarihte, Bolu Kartalkaya'da bir otelde çıkan yangın, yine yüreklerimizi yaktı. İnsanlar can havliyle camlardan atlamak zorunda kaldı. Onlarca insan, göz göre göre hayatını kaybetti. Yangın güvenliği önlemlerinin yetersizliği, denetim eksikliği, yine karşımıza çıkan acı gerçekler oldu. Bu yangın, Sivas Madımak yangınını hatırlatır gibi, ihmallerin ve sorumsuzluğun nelere yol açabileceğini bir kez daha gözler önüne serdi.
Sivas'ta insanlar diri diri yakıldı. Madımak hâlâ içimizde bir yara. O gün yakılan sadece insanlar değildi, insanlığımızdı, vicdanımızdı. Konya'daki bina çökmesi, İzmir'deki elektrik kazası, 1999 depremi, Kahramanmaraş depremleri, Kartalkaya yangını… Bunlar birbirinden farklı olaylar gibi görünse de, özünde aynı sorumsuzluğun, aynı "mış gibi" tavrın ürünü.
Peki, biz ne zaman uyanacağız? Ne zaman bu "mış gibi" yaşamaktan vazgeçeceğiz? Ne zaman sorumluluk alacağız?
Biliyorum, hepimiz yorulduk. Haberleri açmaya korkar olduk. Sürekli aynı acılar, aynı ihmaller… İnsan bir yerden sonra duyarsızlaşıyor. Ama işte tam da bu noktada durmamız gerekiyor. Duyarsızlaşmak, kabullenmek, "bana dokunmayan yılan bin yaşasın" demek, bizi daha büyük felaketlere sürüklüyor.
Bakın, sorumluluk sadece yöneticilerin, belediyelerin, müteahhitlerin değil. Hepimizin sorumluluğu var. Çevremizde gördüğümüz yanlışlara ses çıkarmak, şikayet etmek, takipçisi olmak… Bunlar hepimizin görevi. Unutmayın, bir çukuru görmezden gelmek, yarın o çukura kendimizin veya sevdiklerimizin düşmesine göz yummak demektir./p>
Adalet dediğimiz şey, sadece mahkeme salonlarında sağlanmaz. Adalet, sokakta, okulda, iş yerinde, her yerde başlar. Adalet, hakkını arayan, yanlışlara karşı duran, sorumluluk sahibi bireylerle tesis edilir.
"Mış gibi" başkan olmak kolay. "Mış gibi" vatandaş olmak da öyle. Ama gerçek olan, vicdanımızın sesini dinlemek, dürüst olmak, sorumluluk sahibi olmak. İşte o zaman gerçek bir değişim başlayabilir.
Unutmayalım ki, niyetimiz doğru olacak, bilgimiz yeterli olacak, becerilerimizi geliştireceğiz ve en önemlisi, eylemlerimizin arkasında duracağız. İşte o zaman "mış gibi" yaşamaktan kurtulup, gerçekten yaşamaya başlayabiliriz.