Bir gün batımının tam ortasındasın. Gökyüzü kızıl, deniz kıpırtısız, hafif bir rüzgâr yüzünü okşuyor. O anı yaşamak yerine cebinden telefonunu çıkarıyor, önce bir fotoğraf çekiyorsun, sonra bir tane daha… Belki bir story, belki bir gönderi. Altına yazacak bir cümle düşünüyorsun. Ama tüm bunlar olurken, o eşsiz an geçip gidiyor. Geriye sadece dijital bir iz kalıyor. Peki, gerçekten orada mıydın?

Günümüzde bir şeyin “yaşanmış” sayılması için belgeye, hatta mümkünse sosyal medyada etkileşime ihtiyacı var gibi hissediliyor. Güzel bir yemek yemekten çok, tabağın nasıl göründüğü; bir konsere gitmekten çok, en iyi videoyu kim çektiği; bir yürüyüşe çıkmaktan çok, o yürüyüşün nasıl yansıtıldığı önemli hale geldi. Anı yaşamak yerine, onu belgelemekle meşgulüz. Sanki objektifin ardında kalınca, hayat daha anlamlı olacakmış gibi.

Fotoğraf çekmek, elbette kötü bir şey değil. Bazen bir anı yakalamak, gelecekte o duyguyu yeniden hatırlamak için harika bir araç. Ama sorun şu ki, biz artık anıları kaydetmek için yaşamaya başladık. Ve çoğu zaman fark etmiyoruz: En içten kahkahaların, en derin sohbetlerin, en gerçek anların fotoğrafı yok. Çünkü o anlarda aklımıza telefon gelmiyor. Gelmemeli de belki.

Sosyal medyada gördüğümüz o mükemmel anlar, çoğunlukla sahnelenmiş, özenle kurgulanmış kareler. Gerçek yaşam ise dağınık, filtresiz, bazen bulanık ama bir o kadar da samimi. Ve bu karmaşanın içinde, anı gerçekten hissetmek gittikçe zorlaşıyor. O yüzden bazen kendimize şu soruyu sormalıyız: Bu anı gerçekten yaşamak mı istiyorum, yoksa yalnızca başkalarına göstermek için mi buradayım?

Bir manzara karşısında sadece durmak, sessizce izlemek… O anın içine girmek, nefes almak… Bunlar artık nadir rastlanan davranışlar. Oysa en güzel anlar, genellikle hiçbir lensin yakalayamayacağı kadar kişisel, sessiz ve içsel olanlar.

Fotoğraf çekmeden de var olabiliriz. Paylaşmadan da değerli olabiliriz. O anın tanığı sadece biz olsak da, o an bizim için çok şey ifade edebilir. Her güzel anı belgelenmek zorunda bırakmak, bazen onun büyüsünü bozuyor. Çünkü her şeyin bir dijital karşılığı olmak zorunda değil.

Belki de zaman zaman telefonları çantamıza koymalı, bildirimleri susturmalı ve sadece orada olmalıyız. O kahkahayı doyasıya atmalıyız, o şarkıya eşlik etmeliyiz, o manzarayı sadece gözümüzle izlemeliyiz. Belki kimse görmeyecek, beğenmeyecek ya da yorum yapmayacak. Ama biz hatırlayacağız. Ve bu, fazlasıyla yeterli.

Anı yaşamak, geçmişe dönüp baktığında "orada gerçekten vardım" diyebilmektir. Gözle değil, kalple çekilen karelerdir asıl hatırlanan.