Bir video düşünün: Bir adam sokakta herkesin gözü önünde kendini yakıyor. İnsanlar çığlık çığlığa kaçışıyor. Kamera titriyor ama çekmeye devam ediyor. Yüz binlerce kez izleniyor, binlerce kez paylaşılıyor. Sonra bir başka videoya geçiliyor: Kediye pasta yediren adam, ardından düğünde dans eden dede, sonra bir kavga, bir kahkaha, bir ağlama... Dakikada dört ruh hali değiştiriyoruz. Ama hiçbirine tam olarak temas edemiyoruz. Çünkü artık hiçbir şey şaşırtmıyor.

Eskiden haber bültenlerinde bir facia anlatıldığında evde sessizlik olurdu. Şimdi sosyal medyada aynı felaketin birden çok versiyonunu izliyoruz ve ardından "favori kahve mekânınızı etiketleyin" diye bir reels önerisi çıkıyor karşımıza. Duygu geçişleri arasında tampon kalmadı. İçimize sinmeden, içimize işlemeyen bir hızla izliyor, geçiyoruz. Ve geçtikçe, uyuşuyoruz.

Duygusal uyuşukluk bir tercih değil; maruz kalmanın yan etkisi. Sürekli maruz kalmanın, hiç durmadan izlemeye zorlanmanın, “yeni ne var?” sorusunun cevaplarını sonsuz bir döngüde aramanın bedeli. Kendi sınırlarımızı unuttuk. Artık bir trajediye bakarken otomatik olarak “hangi yıl olmuş bu?”, “gerçek mi bu?”, “ne kadar izlendi?” gibi sorular soruyoruz. Bu da gösteriyor ki acıya bile mesafemiz algoritmalarla ölçülür oldu.

Mesela bir haber: Bir çocuk, TikTok’ta viral olan bir meydan okumayı denerken hayatını kaybetmiş. Birkaç haber sitesinde çıkıyor, sonra altına yorumlar: “Zaten çocuklar aklını yitirmiş.” “Ailenin suçu.” “Yine mi TikTok?” Yorumlar bitiyor, içerik kayboluyor, gündem değişiyor. Ama ortada gerçekten ölmüş bir çocuk var. Ve biz, belki beş saniye üzülüp sonra kahkaha atan bir video izliyoruz.

Bu sadece bireysel değil, kolektif bir donma hali. Kalabalıklar olarak duygusal olarak çözülmüş, hissizleşmiş bir hâle geldik. Güzellikler bile eskisi kadar büyüleyici değil. Güneş batarken “gökyüzü ne güzel” demiyoruz artık. Onu çekip filtreleyip paylaşmazsak, sanki o ânı yaşamamışız gibi hissediyoruz. Duygular da görsel oldu, tüketilebilir oldu, içselleşemedi.
Birisi bizim için güzel bir şey yapınca artık afallamıyoruz. Şaşırmak yerine “acaba neden yaptı?” diye şüpheyle yaklaşıyoruz. Çünkü iyilik bile “sıradışı” geliyor. Duygusal eşiğimiz öylesine yükseldi ki, normal olanı bile fark edemez olduk. Oysa insanın ruhunu tazeleyen şeyler bazen en basit olanlardır: bir tebessüm, bir suskunluk, bir göz teması.

Bu duyarsızlaşma hali en çok gençlerde etkisini gösteriyor. Onlar, çocuk yaşta algoritmalarla tanıştılar. Çocuklukları sosyal medya ile şekillendi. Şaşırma kasları gelişemeden, her şeyin “versiyonunu” gördüler. “İlk”lerin anlamı kalmadı. Her şeyin daha iyisi, daha uç noktası, daha çılgını her gün karşımıza çıkıyor. Ve biz hâlâ neden hiçbir şeyin bize dokunmadığını merak ediyoruz.

Peki çözüm ne? Önce durmak. Bilinçli olarak yavaşlamak. Her hisse temas etmeye çalışmak. Ağlarken videoya çekmeyi değil, ağlamaya izin vermeyi öğrenmek. Gülerken paylaşmayı değil, gülmenin bizde nasıl bir iz bıraktığını hatırlamak. İnsan olmak, hissetmeye cesaret etmeyi gerektirir. Ve hissetmek için önce uyuştuğumuzu kabul etmeliyiz.

Şaşırmak hâlâ mümkün. Hayrete düşmek, umut etmek, etkilenmek… Bunlar hâlâ içimizde bir yerlerde. Sadece hatırlamaya ihtiyacımız var.