Eskiden öğretmen, sadece bilgi vermezdi; ışık olurdu. Köy Enstitüleri bunun en güzel örneğiydi. Toprağı eşelerken düşünmeyi öğrenen, sıvasını yaparken sorumluluğu hisseden, tarlasını biçerken üretmenin kıymetini bilen nesiller yetişti. Öğretmen, köye umut gibi girerdi. Elinde sadece kitap değil; adalet, vicdan ve cesaret olurdu. Çünkü o zamanlar eğitim, hayata dokunmak demekti.
Bugün ekran karşısında ders anlatan bir öğretmenin sesi, öğrencinin ruhuna değmiyor. EBA’dan girip, sınavdan çıkan bir çocuk, ne toprakla tanışıyor ne de düşünceyle. Her şey hazır, her şey dijital… Ama eksik. Ne dokunuş var, ne bağ. Sınıf artık dört duvar değil, sinyal gücüyle sınırlı bir bağlantı. Eskiden göz göze öğrenirdik; şimdi ekrandan boş boş bakıyoruz birbirimize.
Köy Enstitüleri, öğretmeni sadece anlatan değil, yaşayan bir rol modele dönüştürmüştü. Şimdi öğretmenler, müfredatın içine sıkışmış, yetkileri törpülenmiş, değeri sosyal medyaya indirgenmiş bir figür haline geldi. Veliler not istiyor, yöneticiler sayfa sayıyor, sistem ise sadece sınav sonucu bekliyor. Peki bu yükün altındaki öğretmenin sesi neden duyulmuyor?
Köy Enstitüleri’nin yerini EBA aldı, ama aradaki fark sadece teknoloji değil. Ruh kayboldu. Öğretmenle öğrenci arasındaki o derin bağ, yerini “bağlantı hatası” uyarılarına bıraktı. Bilgi arttı ama anlam azaldı. Erişim kolaylaştı ama etkileşim sıfırlandı.
Şimdi dönüp bir kendimize soralım: Gerçekten daha mı eğitimliyiz, yoksa sadece daha çok belge mi biriktiriyoruz? Enstitülerin hayalini gömmek kolaydı, ama onun yerini doldurmak için bir şey yapıldı mı?
Çocukların gözünde ışık sönüyor. Çünkü biz öğrenmeyi bilgiden, eğitimi ise ekrandan ibaret sandık. Oysa enstitüler bize şunu öğretmişti: Gerçek eğitim, önce insan olmaktan geçer. Biz onu kaybettik.
Mustafa Kemal Atatürk’ün o sözü hâlâ kulağımızda çınlıyor: “Eğitimdir ki bir milleti ya özgür, bağımsız, şanlı yüksek bir topluluk halinde yaşatır; ya da esaret ve sefalete terk eder.”
Ve biz hâlâ karar veremedik hangi yoldan yürüyeceğimize.